14 Nisan 2017 Cuma

ARZU İLE KAMBER HİKAYESİ


ARZU İLE KAMBER 
  
Bundan asırlar önce Anadolu’nun değil de Suriye taraflarından bir köyde bir fakir Kamber yaşarmış. Babası ölüp yetim köye Daraz Beyleri köyünden gelin gelmiş olan garip anası ile köyde biçare kalmışlar. Köyde bulunan ve babasının dayısının bolca olan koyunlarını güdermiş. Adam Kamber’i çok sever ve üç tane kızı olan adam yeğeninin oğlu olan ve babası öldükten sonra ona emanet kalan Kamber’e “Oğlum benim koyunlarımı güt, ben başka bir yabancı çoban tutmayayım, sen de kızlarımdan hangisini beğenirsen onu sana nikâhlayayım” demiş.

Bir müddet bu işi yapan Kamber’in bu arada annesi de vefat etmiş. Kamber tek başına yapa yalnız kalıvermiş koca köyde. Dayısının koyunlarını güdüyor, gününü gün ediyormuş ama çok da güzel bir karayağız delikanlı imiş Kamber. Bu köyde bir de güzelliği dillere destan bir kız varmış. O da anadan babadan yetim, ninesi (babaannesi) ile birlikte yaşıyormuş.

Kamber’in yakışıklılığını o da duyar, Kamber de onun güzelliğini duyar  ama Arzu’yu nerede görecek, bir türlü göremez… Ama Arzu onun koyunları suladığı köy çeşmesine bir gün testisini doldurmaya gider ve Kamber’i çeşme başında yatarken görür. Testiyi doldurur ve biraz gürültü çıkarır ve Kamber’in uyanmasını sağlar. Ama Kamber bu kıza bir şey söyleme cesaretini kendinde bulamaz. Kız kolundan bileziğini çıkarır ve çeşmenin testilik taşına koyar
(böyle testileri kadınlar dalına kolay yüklenebilmesi için özel testi taşları vardı çeşme başlarında) ve gider. Yarım saat sonra gelir ve bileziğini bulup bulmadığını, görüp görmediğini Kamber’den şu şekilde sorar: 


arzu ile kamber ile ilgili görsel sonucu

Ben testimi doldurdum
Doldu diye kaldırdım
Yıkılası şu pınarda
Ben bileziğimi çaldırdım.

Kamber:
Ben pınara varmadım
Elimi yüzümü yumadım
Gözüm kör olsun Arzu
Ben bileziğini bulmadım.
Ama bileziği aslında almış olan Kamber cesaretlenir kıza bir beyit atar:
Evimizin önü suluk
Su çekerler tuluk tuluk
Bileziğini bulana gelin Arzum
Ne var acaba muştuluk(müjde).

Arzu da şu cevabı verir hemen:
Evimizin önü suluk
Su çekilsin tuluk tuluk
Bileziğimi sen bulduysan Kamber ağam
Arzu kız sana muştuluk.

Kamber de bileziği verir ve Arzu ile tanışırlar.

ÇEŞME BAŞINDA SOHBET

Her gün o çeşme başında buluşurlarmış. Bu durumu Arzu’nun ninesi olan cadı karı duyar ve Arzu’yu bu sevdadan vazgeçirmeye çalışır. Bu arada Kamber’in dayısı da duyar. Bu olayları dayı kızları Kamber’e Arzu’yu kıskanmalarından dolayı kötülük yapmak isterse de akıllı ve olgun bir insan olan dayı buna müsaade etmez. Kamber’i koyun çobanlığından uzaklaştırır. Ama Kamber’i yanına çağırıp “Kamber oğlum eğer başın sıkışırsa maddi manevi senin her zaman destekçin ve yanında olacağım, sen bana yeğenimin emanetisin” der.

Kamber artık Arzu’nun sevdasından dağlarda, köylerde gezer olur, gözü başka kimseleri görmez. Bir gün Arzu’nun ninesi cadı kadın bunların sevdasına engel olamayacağını anlayınca Arzu’ya der ki: “Arzu kızım, bugün Kamber’i yemeğe çağır ona bir yemek yedirelim ve sizin işinizi konuşalım.” Aslında fikri Kamber’i zehirlemekmiş… Arzu sevinçle Kamber’e koşar ve der ki: “Kamber ağam, ninem seni bu akşam yemeğe çağırdı, nihayet gönlü seni sevdi. Bizim sevgimize saygı gösterdi.” Eve gelir nine çeşitli yemekler hazırlıyor… Köyde bir tanıdıklarının çırağı olan Arap Arzu’nun evine girer… Arzu bu Arap ile ninenin konuşmalarını duvarın ardından dinler. Arap çok şiddetli bir zehir getirmiştir. Yemeklere bu zehir atılacak ve o gece Kamber zehirlenip öldürülecek. Nine Arap’ı da kandırıyor… “Arzu’yu bu Kamber’den kurtaralım sana veririm” diyormuş. Akşam Kamber sevinçle Arzu’nun evine gelir ve bakar ki yemekler sofraya konmuş, envai çeşit hepsi türüm türüm, birbirinden güzel ama Arzu bir kenarda surat asmış duruyor.
Kamber aşk dili ile Arzu’ya bir beyit atar:
Arzum yasa batmışsın
Kaşını gözünü çatmışsın
Sofraya teklif olmuyor gelin Arzum
Sen sofraya yan bakmışsın.

Arzu Kamber’e dönerek:
Arzun yasa dünden battı
Kaşını gözünü çattı
Sofraya yan bakılmaz amma Kamber ağam
Domuz ninem ağu kattı.

Bunları işitince Kamber sofraya tekmeyi vurur, evden çıkar gider. Ve o yemeği yemez. Yine dağlara çıkıp gidecektir… Arzu ile son bir kez konuşmak isterler ve kapı önünde gizlice buluşurlar… Arzu “Kamber ağam senin Daraz beğleri köyünde dayıların yok mu?” “Var”, “Eee git onları alıp gel, beni onlarla kaçır” der. Kamber bu fikre sıcak bakar ve doğru Daraz beğleri köyündeki dayılarına gider ve yardım ister. Onlar da “hay hay yeğenim gidelim” derler. Birkaç atlı gelirler ama köy uzak olunca 8-10 günde ancak gelirler.

O gece Arzu ile kamberin konuşmalarını duyan cadı karı köyün mezarlıkları arasına bir ateş yakar, elinde bir yağ tavası orada pişi yapmaya başlar. Ve Kamber dayıları ile yanına gelir sorar “ne oldu nine ne yapıyorsun burada böyle?” Cadı karı yalandan, numaradan başlar ağlamaya ve derki “hay Kamberim sen gidince Arzum senin buralardan kaçıp gittiğini düşünerek gara sevdandan yataklara düştü ve öldü, onun pişisini pişiriyorum” der. Gamber buna çok üzülür ve dayılarına der ki, “Dayılarım size çok eziyet oldu ama kusura bakmayın, ne yapalım bu bizim kaderimiz, siz gidin artık size ihtiyacım yok, Arzum ölmüş” der. Dayıları atları ile geriye dönerler giderler. Ertesi gün Kamber köyde üzgün dolanırken bir de bakar ki Arzu karşısına çıkar ve şöyle bir beyit atar:
Evimizin önü badem
Çıkam dallerin ufadem (ufak ufak kırmak)
Seni Daraz beğlerine gitti derler Kamber ağam
Hani senin ile gelen Adam.

Sözü Kamber alır:
Evimizin önünde badem
Çıkam dallerin ufadem
Daraz beğlerine gitim amma gelin Arzum
Geri döndü gelen Adam.
 BAŞKA KÖYE HABER SALINIR
Artık bu kadar uğraşmadan sonra kavuşamayacaklarını akıllarına koyan gençler başka başka bahaneler ararken Arzu’nun ninesi başka bir köye haber salar. Orada nüfuzlu ve zengin bir adamın oğluna arzuyu nişanlamak ister. Kim istemez Arzu kızı; çok güzel dillere destan bir kız ve o köyde habire dünürcüler gelip gitmektedir… Nihayet iş tamam olur o yabandan gelenlerin oğluna Arzu nişanlanır. Yine Arzu ile Kamber bir buluşmalarında şu kararı alırlar: Kız o köye gelin giderken “ben Kamber’in atından başka ata binmem” diyecek ve Kamber de atını gelinin altına çekecek, giderken yolda bir fırsatını bulup beraber kaçacaklar.

Nihayet gün gelir çatar, Arzu kayınpederi olacak adama der ki “ben Kamber’in atından başka ata binmem, benim gelin atım Kamber’in atı olacak.” Kayınpederi olacak adam da buna rıza gösterir ve nihayet Arzu, Kamber’in eyerlenmiş atına biner. Önde çalgılar çengiler o damadın köyüne doğru gelin alayı yürür. Burada Kamber hüzünlenir ve şu beyti atar:
Altaylar doru taylar
Geçilen coşkun çaylar
Yiğit garip olursa
Nişanlısını el paylar

Kız atın üstünden bu kaçışın bu kalabalıkta zor olacağını tahmin edince şöyle bir beyit de o atar:
Vay mengiler mengiler
Çalmaz olsun çengiler
Sana yaramayan ak topukları Kamber ağam
Goy sıksın şu üzengiler.

Ve üzengiye ayağını sıkıştırır(üzengi atın eyerindeki ayak basacak alet) ve artık güveyinin köyüne yaklaşılmıştır, ayrılık yakındır.

Alır Kamber sözü diline:
Arzum gelin atında
Elleri eyer kaşında
Seni eller saracak gelin Arzum
Saçlar savrulur başımda

Bu hüzünlü havaya ağlayan Arzu atın üstünden şöyle seslenir:
Eyer kaşına yatayım
Nasıl çalım satayım
Atımı çeken Kamber ağam
Dön de yüzüne bir bakayım.

Kamber döner Arzu’ya bakar ve şöyle der:
Yel eser kum savrulur
Can başıma çevrilir
Eğil de bir yol öpeyim gelin Arzum
Şimdi yolumuz ayrılır.

Ve gelin kalabalıkta kimseler görmeden bir öpücük verir Kamber’e…
Ve Kamber o anda kendinden geçer, gözleri yaşarır, içten bir ses ile şöyle der:
Koyun kuzudan olur
Ekmek pazıdan olur
Bunlar Allah’ın emridir gelin Arzum
Her şey yazıdan olur.

Kadere rızadan sonra da şu bedduada bulunur Kamber:
Vardığın gün yârin ölsün
Ak topuklar bana kalsın
Kavuşmak mahşere kaldı Gelin Arzum
İki beden birbirini bulsun. 

DONA KALIR
Böylece atın yularını salıveren Kamber gelin kafilesinden ayrılır ve oracıkta yol kenarında adeta taş gibi donar kalır.

At gelini götürür ve güvey evine indirir. Gece güveyi gerdeğe katılır. Ve geleneklere uygun olarak hemen iki rekât namaz kılmak için zifaf odasında hazır olan seccadeye namaza durur. Bir müddet durduktan sonra odanın bir kenarında oturmakta olan Arzu güveyiye namazın bitmedi mi elin oğlu der ve hafifçe dokunur. Damat olduğu yere yığılıp kalır, adam ölmüştür. Arzu hemen evden dışarı seslenir, “gelin ağalar oğlunuz öldü” der onlar da acılarından Arzu geline filan bakmazlar… Arzu evden çıkar, dağlara doğru koşmaya başlar. O güveyinin öldüğü anda Kamber de o atı bırakıp kaldığı yerde o da ölmüştür.

Arzu dağa gider at ise Kamber ağasının başına gider başlar orada acı acı kişnemeye başlar. Bu atın sesini duyan Arzu gelin bakar ki at kişneyip durur. “Bu… Kamber’in atının sesi” diye ses gelen yana varır, bakar. Kamber yerde yatıyor. Arzu da dua eder “Allah’ım benim canımı da şuracıkta al, beni Kamberimden ayırma” der. Allah duasını kabul eder ve o da Kamber’e sarılı vaziyette ölür. Arzu’dan hiç haber alamayan nine cadı karı Arzu’yu verdiği köye gider. Ve acı durumu öğrenir… Kamber’in kayıp olduğu yere koşarak gelir bakar ki Arzu ile Kamber orada, kucaklaşmış ölü vaziyette yatıyorlar. Onların bu sevda durumunu hiç kendi içine sindiremeyen cadı karı da Allah’tan o anda ölüm ister ve Arzu ile Kamber’in aralarına yatar. Onunda isteği Allah tarafından kabul edilir, o da oracıkta ölür. “Arzu ile Kamber iki gül ağacı olurlar tam büyüyüp birbirlerine kavuşacakları zaman aradan cadı karının cesedi diken olarak çıkar, onları asla kavuşturmazmış” derlerdi eski atalarımız.

Hacca giden hacıların yolu üzerinde imiş bu mezarlar, her yıl hacılar bu çatla dikeni denen cadının dikenini aralarından keserlermiş ama öbür yıl yine büyürmüş… Allah onlara gani gani rahmet eylesin. Masala göre onlar erememiş muradına ama biz yine de çıkalım kerevetine. Eskiden çok dinlediğim bu masalları hatırlarken bana yardımcı olan İstanbul’da ikamet eden kız kardeşim Hafize Sakman’a teşekkür ederek sevgilerimi sunarım. Onun zekâsı benden daha çok yerinde; sağ olsun var olsun canım kardeşim. Saygılarımla…


   Derleyen

İsmail Detseli

13 Nisan 2017 Perşembe

FERHAT İLE ŞİRİN HİKAYESİ

 ferhat ile şirin ile ilgili görsel sonucu


                                                             FERHAT İLE ŞİRİN EFSANESİ
               Amasya Beyi’nin, güzelliği dillere destan olan bir kızı vardır; bu güzel kızın adı Şirin’dir. Kimler talip olmaz ki bu güzel kıza. Ağalar, beyler, daha kimler kimler... Bir de garip Ferhat vardır, o da âşık olur Şirin'e. Ama kızın babası hiç verir mi Ferhat gibi fakirin birine. Vermez elbet. Ferhat öyle sıradan bir âşık değildir, delicesine sevmektedir Şirin’ini. Amasya Beyi kızını Ferhat'a vermeyecektir, ama yine de zor bir şart ileri sürmekten kendini alamaz. Çağırır bir gün Ferhat’ı huzuruna, der ki: «Ferhat! Kızımı istediğini bilirim; onu sana vereceğim, ama bir şartım var. Eğer onu yerine getirirsen Şirin senin, sen Şirin’in.»
           Ferhat ne desin bu teklife, elbette kabul edecektir. Sesini çıkarmaz. Şirin’in babası şartını ortaya koyar: «Biliyorsun, Amasya’mızın suyu azdır. Eğer Kazankaya Mevkii’ndeki suyu kırk gün İçinde şehrimize getirebilirsen Şirin senin, bilmiş ol!» Kazankaya Mevkii dedikleri yer de öyle pek yakın değildir Amasya’ya- Ama, başka bir ümit yoktur Şirin’e kavuşmak için. «Peki.» der Ferhat ve başlar çalışmaya. Zora dağlar dayanmaz, demişler. Ferhat da bütün gücüyle çalışmaya başlar. Nihayet İşin sonuna yaklaşır. Suyun Amasya’ya gelmesi gün meselesidir. Ferhat’ın içinde Şirin’in aşkı, elinde kayaları parçalayan gürzü, suyu şehre getirme azmî... Ama konrtazlar ki sevdalılar kavuşsun. Araya bir cadı karısını sokarlar. Cadı kadın varır Şirin'in yanına, sanki dünyalar başına yıkılmış gibi perişan bir halde söze başlar: «Ah kızım, sorma başımıza gelenleri... Ferhat suyu getiremedi; hem de kendini kayalardan aşağıya atarak öldürdü. » Şirin nasıl dayansın böyle bir acıya, o nazlı kalp nasıl atar bundan sonra. Artık Şirin’e de yaşamak haramdır, o da kıyar canına. Cadı ise İşini başarmıştır; şimdi sıra Ferhat’tadır. Varır Ferhat’ın yanına. Üzüntülüdür, mahzundur, nerdeyse dili tutulacaktır, bir türlü söyleyemez Ferhat’a: «Ferhat, Bey kızını başkasına verdi, sen daha fie çalışırsın? » Dağlar Ferhat’ın başına yıkılır. Bundan sonra su getirmesinin de bir mânâsı yoktur artık, O da kıyar tatlı canına oracıkta.
Derler ki, Ferhat Dağı’nın tepesinde Üç mezar vardır. Yaz gelince, bunlardan yan tarafta olanlarından İki gül fidanı biter. Biri kırmızı, biri beyaz açar. Ama tam kavuşacakları sırada ortadaki zardan bir diken çıkıp bu kavuşmaya engel olur.

Anlattıklarına göre bugün, Ferhat'ın getirdiği suyun aktığı yerler hâlâ görülmekte ve oralara Fer- frıat Arası denilmektedir.

                                                                                                                    Derleyen:Saim Sakaoğlu

12 Nisan 2017 Çarşamba

AHMET HAMDİ TANPINAR,HAYATI VE EDEBİ KİŞİLİĞİ



                                AHMET HAMDİ TANPINAR,HAYATI VE EDEBİ KİŞİLİĞİ

Aslen Batumlu olan babası Hüseyin Fikri Efendi (1852-1935), 1871 yılında İstanbul’a  gelmiş, medrese eğitiminden geçtikten sonra kadı yardımcısı olarak başladığı memuriyet hayatını çeşitli vilayetlerde kadılık yaparak sürdürmüş, 1918’de emekli olmuştur.  Hüseyin Fikri Efendi’nin dedesi Batum’da  müftülük yaptığı için aile Müftüzadeler olarak da bilinir.  Ahmet Hamdi’nin annesi Trabzonlu Kansızzade’lerden deniz yüzbaşısı Ahmed Bey ile Emine Hanım’ın kızı olan Nesime Bahriye Hanım’dır (1876-1916). Ahmet Hamdi, 1901 yılında İstanbul, Şehzadebaşı’nda dünyaya gelir. Ondan sekiz yaş büyük bir ablası (Nigâr Tümer 1893-1982) ve yedi yaş küçük bir kardeşi (Kenan Tanpınar 1908-1983) vardır.
Babasının görevi nedeniyle çocukluğunun büyük bir kısmı İstanbul dışında geçer. 1902-1905 yılları arasında Ergani-Maden’de yaşayan aile 1905’de İstanbul’a döner. 1908’e kadar İstanbul’da geçirecekleri bu dönemde Ahmet Hamdi, Ravza-i Maarif İptidai Mektebine başlar.  Öğrenimini Temmuz 1908–Haziran 1910 yılları arasında bulundukları Sinop’ta Rüşdiye’de devam ettirir. Babasının görev yeri değişince 1910 Ekim–1913 Mayıs arasını yine ailece  Siirt’te geçirirler. Ahmet Hamdi burada Fransız Dominicain misyoner mektebine devam eder. Aile  1913–1914 arası İstanbul’dadır. Ahmet Hamdi, bir süre İstanbul’da Vefa İdadisi’nde okur. 1914 Temmuz’unda geldikleri Kerkük’te Eylül 1916 tarihine kadar kalırlar. İdadi öğrenimini burada sürdürür.
Kerkük, Ahmet Hamdi’de okuma zevkinin başladığı yerdir. Bu dönemde okudukları arasında Kıssas-ı Enbiya’yı, Cezmi’yi, Celâl’i anar. Hüseyin Fikri Efendi’nin Antalya’ya atanması üzerine 1916 yılının Ekim ayı başında yola çıkarlar. Annesi Bahriye Hanım’ın hastalanması üzerine bir süre Musul’da mola verirler. Annesinin ölümü Ahmet Hamdi üzerinde çok derin bir iz bırakır. Annesini kaybettiğinde on beş yaşlarında olan Ahmet Hamdi bu acıyı şiirine de taşır. Yayımlanmış ilk şiirlerinden biri annesi hakkındadır. Bahriye Hanım’ı Musul’da toprağa verdikten sonra Antalya’ya ulaşır. Ahmet Hamdi, babası, anneannesi, ablası ve erkek kardeşinden oluşan ailesiyle 1918’e kadar burada yaşar.
Tanpınar, Kerkük’te başlayan okuma tutkusunu Antalya’da daha rahat geliştirebilir. Bu dönemde okuduğu kitaplar arasında özellikle Yeni Mecmua’ ve orada tanıdığı Yahya Kemal’in gazellerini anar. Aynı dönemde okumaya başladığı Ahmet Haşim’den de derin şekilde etkilenir.
Antalya idadisini bitiren Ahmet Hamdi, 1918’de  babası tarafından yüksek öğrenim görmesi için İstanbul’a gönderilir. Yatılı bir okula yerleşmeyi beklerken önce Rami taraflarındaki bir akrabasında, sonra daha fakir bir semtte Kasımpaşa’da teyzesinin yanında kalır. İstanbul’un savaş sonrası yoksulluk yıllarıdır. Sonraları, Formasyonum bu yıllar ve bu hâdiseler oldu”  diyecektir. Önce Halkalı Baytar mektebine kaydolur. Bir yıl boyunca buranın öğrencisidir. 1919  Ekim ayında Darülfünun’a kaydolur. Önce Felsefe veya tarih okumaya niyetliyken Edebiyat Şubesi’nde Yahya Kemal’in ders verdiğini öğrenince oraya devam etmeye karar verir. Söylediğine göre üzerindeki ilk büyük tesiri Yahya Kemal yapmıştır. Onun rehberliğinde divan şiirinin lezzetini tattığını Galib’i, Nedim’i, Baki’yi öğrendiğini söyler.
Yahya Kemal’in derslerine sadece edebiyat şubesinden değil, başka bölümlerden de çok sayıda genç takip etmektedir. Ahmet Hamdi, aralarında Mustafa Nihat Özön, Ali Mümtaz Arolat, Rıfkı Melul Meriç gibi isimlerin bulunduğu bu gençler arasında özellikle Ahmet Kutsi Tecer’le ömür boyu sürecek çok yakın bir arkadaşlık kurar.
Ahmet Hamdi, bu dönemde yatılı öğrenci olarak Yüksek Muallim Mektebi’ne de devam etmektedir. Buradaki arkadaşları da yine daha sonra edebiyat ve kültür alanında önemli işler yapacak Nurullah Ataç, Mükrimin Halil Yinanç, Necmettin Halil Onan, Hasan Âli Yücel gibi isimlerdir. Son ikisiyle, aynı zamanda yatakhane arkadaşıdır. Her ikisiyle de derin dostluğu ömrü boyu devam edecektir.
Tanpınar ilk şiirini (“Şehriyar”, Şebâb, 5 Kasım) ve  hikâyesini (“Birinci İkramiye”, 28 Ağustos) 1920’de yayımlar Aynı yıl çeviri yapmaya da başlamıştır. İlk çevirisi Magdalene Rock’tan “Bir Hikâye”dir (Servet-i Fünun, sayı 1457-1459, 24 Temmuz).
Darülfünun’da okurken yaz tatillerinde Antalya’ya ailesinin yanına dönen Ahmet Hamdi, bu yılların kendisini tamamen  şiire verdiği yıllar olduğunu söyler. Antalya’da özellikle denizden, tabiattan ve Güvercinlik denen deniz mağarasından çok etkilenmiştir. Daha sonra, “estetiğimin temeli olan rüya fikri biraz da bu mağaraya bağlıdır” diyecektir.
1921’de Tanpınar ve üniversiteden arkadaşı olan gençler, Yahya Kemal’in etrafında toplanarak dönemin en dikkate değer yayını olacak Dergâh Mecmuası’nı çıkarırlar. Mecmuanın hazırlık çalışmaları Yahya Kemal etrafındaki gençler için ciddi bir edebiyat deneyimi olur. Tanpınar ilk şiirlerinin büyük bir kısmını burada yayımlar. Dergâh Mecmuasının hazırlık ve çıkış süreci Ahmet Hamdi’nin çevresini genişletir. Şiirlerini çocukluğunda Kerkük’teyken okuyup sevdiği Ahmet Haşim’i, yine o yıllarda okumaya başladığı Yakup Kadri’yi tanır. Bu yıllar aynı zamanda Batı edebiyatına açıldığı, hayatı boyunca seveceği bazı şairleri okumaya başladığı yıllardır: “Hayatımın en mühim hâdiseleri birbiri ardınca kendi şairlerimi bulmam olmuştur” dedikten sonra bu isimleri şöyle sıralar:
“Yahya Kemal’den sonra ilk büyük keşfim Baudelaire oldu. Bu büyük şairi daima sevdim. Hattâ diyebilirim ki, sade şiir için değil, hayat için bir hoca telâkki ettiğim devirler oldu… Sonra sırasıyle, Verlaine, Mallarmé geldiler” (Yaşadığım Gibi).
Ahmet Hamdi, Şubat 1923’te Hüsrev ü Şirin üzerine hazırladığı teziyle mezun olur ve aynı yıl Erzurum Lisesi’ne öğretmen olarak atanır. Burada çalıştığı 1924 yılı Eylül sonunda Erzurum’da büyük bir deprem meydana gelir. Tanpınar bu depremin şehirde yarattığı etkiyi daha sonra “Erzurumlu Tahsin” adlı hikâyesinde de işleyecektir. Bölgede inceleme yapmak üzere 1 Ekim tarihinde Erzurum’a gelen Mustafa Kemal ile tanışır ve aralarında kısa bir konuşma olur.
Ahmet Hamdi, 17 Ocak 1925 tarihinde  Konya Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanır. Burada çalışırken askere alınır. 8 Kasım-1 Aralık 1926 tarihlerinde,  Kolordu Topçu Alayı’nda er olarak askerlik yapar. 19 Ağustos 1926’da  dokuz aylık askerlik hizmetinden terhis edildikten sonra Konya Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliği görevine geri döner.
Bu yıllar, Tanpınar’ın sanatta yönünü aradığı dönemdir. Özellikle şiir üzerinde düşünür ve hayatı boyunca bağlı kalacağı Valéry’yi okur.
“Asıl estetiğim Valéry’yi tanıdıktan sonra teşekkül etti (1928-1930 yıllarında). Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musıkî ve rüya” (Yaşadığım Gibi).
1927 yılının Ekim ayında Ankara Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Öğrencileri arasında, daha sonra Türk edebiyatının önemli şair ve yazarları arasında yer alacak olan Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Samet Ağaoğlu, Fuat Bayramoğlu, Ahmet Muhip (Ankara Lisesi), Cahit Tanyol  ve Salim Rıza Kırkpınar (Gazi Eğitim) vardır.
1927 yılında Harbiye İhtiyat Zabit Mektebi’nde bir hafta hapis yattığını öğrendiğimiz Ahmet Hamdi, günlüğünde üzüntüyle hatırladığı bu cezanın  nedeninden hiç söz etmemiştir.
1 Mayıs 1928’de yedek subaylık için İstanbul Mekteb-i Harbiye’ye sevk edilen Ahmet Hamdi, 20 Ekim’de buradan topçu zabit vekili (asteğmen) olarak mezun olur  ve Ankara Lisesi’ndeki öğretmenlik görevine geri döner.
Ankara Lisesi’nin yanısıra 1929 Ağustos ayından itibaren Gazi Terbiye Enstitüsü’nün bünyesinde bulunan Musiki Muallim Mektebi’nde de hocalık yapar.  Batı müziği konusundaki bilgisi ve zevkinin artmasını bu okula borçlu olduğunu söyler. Ömür boyunca devam edecek olan Beethoven tutkusu bu dönemde başlar.
3-21 Ağustos 1930 tarihlerinde Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’ne katılmış ve 17 Ağustos günü, Divan edebiyatının öğretimdeki yeri üzerine bir konuşma yapmıştır. Eski şiirin lise programlarından kaldırılmasını ve edebiyatın Tanzimat dönemiyle başlatılmasını teklif ettiği bu tebliğdeki fikirlerini daha sonra değiştirmiştir. Tanpınar, yıllar sonra bir yazısında  Ankara’da geçen bu döneminde “aşırı Batıcı” olduğunu söyleyecektir:
“1932’ye kadar çok cezrî bir garpçı idim. Şark’ı tamamiyle reddediyordum. 1932’den sonra kendime göre tefsir ettiğim bir Şark’ta yaşadım. Asıl yaşama iklimimizin böylesi bir terkip olacağına inanıyordum. Beş Şehir ve Huzur bu  terkibin araştırmalarıdır. Yazacağım öbür eserlerin de çekirdeği budur”  (Yaşadığım Gibi).
Ahmet Kutsi Tecer ile çıkardıkları Görüş dergisinin ilk sayısında iki makale birden yayımlar. Böylece  yazı hayatı boyunca çok zengin örneklerle devam edecek olan düzyazıya da başlamış olur.
“Kutsi, Avrupa’dan yeni gelmişti. 1926’da geçirdiğim krizle 1932 arasında, Kutsi ile Görüş mecmuasını çıkardık; dört nüsha kadar. Burada kendi estetiğimizi anlatmak fırsatı bulduk. Görüş’ün beşinci sayısı, Goethe sayısı olacaktı. Goethe hakkında  gelen yazıları basmamak için mecmuayı kapadık.”
Ankara’da öğretmenlik yaptığı okullara  Eylül 1931 tarihinden itibaren Ankara Kız Lisesi de eklenir.
1932 sonbaharında Tanpınar, yıllar sonra yeniden doğduğu şehir olan İstanbul’dadır. Eylül ayından itibaren Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Bir süre de  Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde  edebiyat dersleri verir.
Ahmet Haşim’in ölümü üzerine, Güzel Sanatlar Akademisi’nde boşalan kadroya atanır. 1933 Ekim ayından itibaren burada  “Bediiyat ve Mitoloji”  ile  “Şark Sanatları Tarihi” derslerini vermeye başlar. Şiirleriyle ilk gençlik yıllarında tanıştığı Ahmet Haşim, Tanpınar’ın her zaman en değer verdiği Türk şairlerinden biri olmuştur. Ankara’da, konservatuvar çevresinde klasik Batı müziğini tanıyan Tanpınar, Akademi’de çalıştığı yıllarda da  resim sanatıyla  yakından ilgilenir. Tanpınar’ın müziğe ve plastik sanatlara olan ilgisi, eserlerini hem yapı hem tema açısından şekillendiren en önemli beslenme kaynağı olacaktır.
1936 sonrasında resim, heykel ve müzeler üzerine çeşitli yazılar yazar. Daha sonra Türk resminin önde gelen isimleri arasında yer alacak olan Bedri Rahmi, Nuri İyem, Selim Turan, Zeki Kocamemi, Fuat  İzer, Turgut Belge, Avni Arbaş Akademi’de Tanpınar’ın öğrencisi olurlar. Tanpınar onların sergilerini yakından takib eder ve eleştiri yazılarıyla gelişmelerini destekler.
5 Ocak 1934 Babası Kadı Hüseyin Fikri Efendi’ndi vefat eder.
30 Mart–15 Mayıs 1937  arasında  45 günlük askerî eğitim stajını yapmak üzere 43. Topçu Alayı, 7. Batarya’nın bulunduğu Kırklareli’ne sevkedilir. Topçu zabit vekili (asteğmen) olarak.
Tanpınar’ın kitap halinde yayımlanmış ilk çalışması olan Tevfik Fikret  derlemesi “Hayatı, şahsiyeti, şiir ve eserlerinden parçalar” alt başlığıyla yayımlanır: Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul 1937.
1938’de ciğerlerinden geçirdiği hastalık dolayısıyla uzun müddet prevantoryumda yatar.
Maarif Vekâleti, Edebiyat Fakültesi’nde “19. Asır Türk Edebiyatı” derslerinin verilmesi için bir kürsü  kurulması kararlaştırılmıştır. 15 Kasım 1939 tarihinde  bu kürsüye Tanpınar atanır. Tanpınar’a, bu kürsüde okutulmak üzere Tanzimat sonrası Türk edebiyatı tarihini yazma görevi de verilmiştir. Yöntem ve üslup açısından benzersiz bir edebiyat tarihi ortaya çıkaracak olan Tanpınar, bu dönemde sık sık İbnülemin Mahmud Kemal İnal ile görüşmekte ve onunla eski edebiyata dair meseleleri tartışmaktadır. İnal, üniversiteye yukarıdan atamayla getirilmesi bazı çevrelerde yadırganan Tanpınar’ın bilgisinden ve ilgilendiği konuları derinlemesine araştırma yönteminden çok etkilenmiştir.  
1940’ta üniversite hocası Ahmet Hamdi Tanpınar, çeşitli halkevlerinde bir dizi konferans verir. Mart ayında İzmir Halkevi’nde verdiği konferansı Nisan ayında Sivas Halkevi’nde, (“Millî Edebiyatın Kuruluşu”)  İstanbul Eminönü Halkevi’nde (“Tanzimat Edebiyatı”) ve Eskişehir’de Halkevi’nde verdiği üç konferans izler.
Ağustos ayında üçüncü ve son defa olarak askere çağrılır. Kırklareli’nde topçu teğmeni olarak askerlik yapar.
Üniversite dersleri ve edebiyat tarihi araştırmalarıyla geçen bu yıllar, Tanpınar’ın her ay birkaç yazı yayımladığı verimli bir dönem olur.
1942’de kitap halinde yayımlanan ikinci çalışması, Namık Kemal Antolojisi çıkar: Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul.         
1943’ün Şubat ayında Maraş’ın kurtuluş bayramı için şehri ziyaret eder. 28 Şubat 1943 yılı ara seçimlerinde Maraş’tan milletvekili seçilir. Üniversitedeki görevinden ayrılıp 8 Mart’ta Ankara’ya giden Tanpınar, TBMM’de milletvekili olarak görev yaptığı bu üç buçuk yıllık döneminde yazı hayatının en verimli dönemini yaşamıştır.
30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları sırasında, muhtemelen resmi bir gezi için trenle Erzurum’a gider. Bu, Tanpınar’ın Erzurum’a üçüncü gidişidir.
Hikayelerini Abdullah Efendi’nin Rüyaları adı altında kitaplaştırır: Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1943. (İçindekiler: “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, “Bir Yol”, “Erzurumlu Tahsin”, “Evin Sahibi”)
Aynı yıl Euripides’ten üç çevirisi yayımlanır: Alkestis, MedeiaElektra Maarif Vekâleti Yayınları, 1943.
1951’e kadar yaşayacağı Narmanlı yurduna taşınır.  
İlk romanı Mahur Beste, 1944 yılında sayı 56’dan itibaren Ülkü dergisinde tefrika edilir.
1946 Ekim ayında milletvekilliği görevi sona erer. İstanbul’a, Üniversite’deki hocalığına dönme isteği ancak üç yıl sonra gerçekleşebilir.
Bu süre içinde (1946-1947) Milli Eğitim Bakanlığı orta öğretim müfettişi olarak çalışır.
Daha önce bir dergide yayımladığı şehir monografilerini kitap halinde toplar ve Beş Şehir adıyla bastırır: Ülkü Yayınları, Ankara, 1946, 217 s. (İçindekiler: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul)
Akademi hocalığı yıllarından beri yakın arkadaşı olan Zühtü Müridoğlu ile birlikte çevirdikleri Henri Lechat’ın Yunan Heykeli adlı kitabı Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatı tarafından basılır.
En sevilen romanlarından Huzur, 1948’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmeye başlanır.
8 Ekim’de yeniden Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki kadrosuna tayin edilir.
Uzun bir süredir üzerinde çalıştığı  XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi  yayımlanır: Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1949.
Tefrikasından bir yıl sonra, üzerinde büyük değişiklikler yaptığı Huzur romanını kitap halinde yayımlar: Remzi Yayınevi, 1949.
1950 sonunda Maya Sanat galerisi açılır. Adalet Cimcoz’un beş yıl süreyle İstanbul’un ressam, heykeltraş, şair ve yazarlarını bir araya getiren önemli bir buluşma merkezi olan Maya, Narmanlı Yurdu’nda yaşadığı yıllarda Tanpınar’ın da başlıca uğrak noktalarından biridir.
1951 yılının 20 Mart’ında İstanbul Üniversitesi’nin Senato kararıyla Fransız Dili ve Edebiyatı Kürsü Başkanlığına tayin edilir. Kürsüde görev yapan Süheyla Bayrav ile Nesterin Dirvana en yakın arkadaşlarındandır. Daha sonra bu kürsüye asistan olarak Tahsin Yücel de girecektir.
Tanpınar gençiğinden beri hayalini kurduğu Avrupa gezisi nihayet 1953 yılının 30 Mart’ında gerçekleşir. Edebiyatını, sanatını yakından bildiği bazı Avrupa ülkelerini görmek ve araştırmalar yapmak üzere  Fransa’ya gider. Tanpınar’ın yayımlanan günlükleri 21 Nisan 1953 tarihinde Paris’te başlar.
Paris’te Tanpınar’ı en çok etkileyenlerin başında resim gelir. Bir yandan müzelerde öteden beri bildiği tabloların orijinallerini görmenin heyecanı, öte yanda şehri saran havada sanata, resme verilen yer onu büyülemiş gibidir. Tanpınar sadece resmin değil, okuduğu, bazılarını tutkuyla sevdiği yazarların yaşadığı mekânları, sokakları, evleri de gezmektedir. Mayıs ayında Chartres’a oradan Proust’un yaşadığı yer olan Île’e gitmiştir.  Bir mektubunda, “hiçbir şey bu kadar beni mesut edemezdi” diye yazar.
Tanpınar Avrupa seyahatindeyken, Türkiye’de çeşitli yazıları da yayımlanmaktadır.  Bunlardan biri edebiyatın genel meseleleri ve sanat anlayışı üzerine bir konuşmadır.
Tanpınar, Paris’te kalırken, ara sıra yakın ülkelere kısa süreli geziler de yapmıştır. 6-16 Temmuz arasını Belçika ve Hollanda’da geçirir: (7-8 Temmuz: Bruges; 9 Temmuz: Ostende; 10 Temmuz: Gand ve Amsterdam).  Rotasını yine önemli müzeler ve görmek istediği tablolar belirler. 25 Temmuz–8 Ağustos arasını Londra’da geçirir. Malovi, Marlov, Baker Gölü, Windsor Şatosu’nu gezer. Ağustos ayında Paris’e gönen Tanpınar’ın, burada Türk ressam ve yazarlarından oluşan geniş bir çevresi vardır. Zaman zaman İstanbul’dan gelen dostlarıyla birlikte, Paris’in çevresine kısa süreli geziler yaparlar. Ağustos ayı ortasında İspanya’ya giden Tanpınar, yaklaşık iki ay boyunca İspanya ve İtalya’nın başlıca şehirlerini ve müzelerini gezer.  Bu gezide Tanpınar’ı en çok Prado müzesi etkilemiştir. Bildiği ve sevdiği tabloların orijinalleriyle karşılaşmaktan çok mutludur. 16-29 Eylül  arasını Prado Müzesi’nde,  Barselona, Endülüs, Toledo ve Alkazar’da geçiren Tanpınar,  Ekim ayını İtalya gezisine ayırmıştır. 3 Ekim–3 Kasım arasında Napoli, Pompei, Capri, Ravenna, Venedik ve Floransa’yı gezer.
6 Kasım 1953’te Türkiye’ye döner. Bu günlerde Ankara’da Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e nakledilme merasimi yapılmaktadır (9 Kasım).  Üniversite ve İstanbul ise, belki de bu uzun ayrılığın verdiği ruh hali içinde kendisine tatsız ve sönük görünür:
Bununla birlikte, günlüğünde sık sık yeterince çalışamamaktan, eser verememekten şikâyet eden Tanpınar kalemi eline almakta gecikmez. Birkaç makalenin ardından, en sevilen romanlarından biri olacak, Saatleri Ayarlama Enstitüsü üzerinde çalışmaya başlar. Roman, 20 Haziran–30 Eylül 1954 arasında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir.
Avrupa dönüşü  bir süre  Cihangir’de Tavukuçmaz sokağında oturan Tanpınar, daha sonra ömrünün sonuna kadar yaşayacağı Gümüşsuyu’ndaki evine taşınır:
Ağustos ayı başında, bölüm asistanları Mehmet Kaplan ve Ö. Faruk Akün ile beraber Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde araştırma yapmak için Ankara’ya gider.  Bu günlerde  XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi üzerinde çalışmaktadır.
Tanpınar, 1955 yılının Şubat ayında Filmoloji Kongresi’ne (1 Şubat–4 Mart)  katılmak için terkar Paris’e gider. Günlüğünün yayımlanmış sayfalarında bu gezisinden hiç söz etmez.  Sadece Adalet Cimcoz’a yazdığı iki mektup ile Yaşadığım Gibi’deki “Dolu Bir Gün” başlıklı yazı bu gezi üzerinedir.  
4 Mart’ta İstanbul’a dönen Tanpınar, hazırlıklarıyla uğraştığı ikinci hikâye kitabını yayımlar: Yaz Yağmuru, Nakışlar Kitabevi, 1955, 127 s. (İçindekiler: Yaz Yağmuru, Teslim, Acıbademdeki Köşk, Rüyalar, Ademle Havva, Bir Tren Yolculuğu, Yaz Gecesi)
2 Temmuz 1956’da,  Edebiyat Fakültesi’ne girdiğinden beri üzerinde çalıştığı   XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi  geniş ilaveler ve değişikliklerle ikinci kez basılır. Ancak bu günlerde, özellikle parasızlık yüzünden, kitabının yayımlanmasına sevinemeyecek kadar üzüntülü bir dönem geçirmektedir.
Tanpınar’ın bu dönemde senaryo çalışmaları da yapmaya başlamıştır. Ölümünden hemen sonra asistanı Ömer Faruk Akün’ün kaleme aldığı ilk ayrıntılı biyografisinden öğrendiğimize göre, 1956 yılının yaz mevsimi başlarında bir senaryo tamamlayıp çevrilecek film için stüdyoya teslim etmiştir.  Bu senaryonun, 1998 yılında, İyişeyler Yayınları tarafından basılan ve Sahnenin Dışındakiler romanından hareketle yazılan İki Ateş Arasında adlı senaryo olup olmadığı konusunda kesin bir şey söyleyemeyiz. Ancak günlüğünde, Tanpınar’ın senaryo çalışmalarına devam ettiğini, özellikle hayatının son yıllarındaki parasızlığını senaryo yazarak gidermek istediğini okuyoruz. Arşivinde bulunan bir senaryo taslağı da Tanpınar’ın mesaisinin önemli bir kısmını senaryolara ayırdığını düşündürmektedir.
Tanpınar, Avrupaya üçüncü gezisine, 28 Ağustos-4 Eylül 1957 tarihleri arasında toplanacak olan Milletlerarası XXIV. Müsteşrikler Kongresi’nde Türkiye’yi temsil etmek amacıyla çıkar. Münih’te yapılan Kongre’de “Üç Şehirli Masalı” adlı bir tebliğ sunmuştur. Bu gezi vesilesiyle, kütüphanelerde inceleme yapmak amacıyla Eylül ve Ekim aylarını Fransa’da ve Viyana’da geçirir. Günlüğünün yayımlanmış sayfalarında bu geziden söz etmeyen Tanpınar, sadece uçak yolculuğunun izlenimlerini anlattığı bir deneme kaleme almıştır. Bugünlere ait yayımlanmış tek mektup ise, “Altmışında Seyyah Güvercin” imzasıyla 4 Eylül 1957 tarihinde Tarık Temel’e gönderilmiştir. Mektupta doktor arkadaşına sağlığı hakkında rapor veren Tanpınar, onun yönlendirmesiyle Dr. Jean Bernard’a muayene olmuş ve çeşitli tahliller yaptırmıştır. Mektubun sonunda Münih hakkında sadece “birkaç sergi ve bir yığın müze” gördüğünü kaydeder.
Tanpınar, sonbahardaki bu geziden sonra, yurda döner dönmez yarım kalmış işlerine girişmiştir. Bunlardan biri Yaşadığım Gibi adı altında denemelerini yayımlamaktır.
Ayrıca yeni bir romana başlamıştır. Yıl sona ermeden, öğrencilik yıllarından itibaren en yakın dostlarından biri olan Yunus Kazım Köni’nin ölümü, Tanpınar’ı derinden sarsar.
1958 Mart ayı içinde, göğüs hastalığı  sıkıntısıyla  Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatar. İki ay süren hastane döneminde,  hastalığın da verdiği korkuyla elindeki yarım işleri tamamlama telaşına kapılır.
27 Mart 1958 tarihinde  Hasan Âli Yücel’e yazdığı mektupta, özellikle şiirlerini doğru dürüst yayımlayabilmek isteğini söyler:
Mart ayında İstanbul’da XIX. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nin resim jürisinde görev alan Tanpınar, aynı jürinin toplantıları için 5-8 ve 18-23 Nisan  tarihleri iki kez Ankara’ya gider,  DTC Fakültesi’ndeki toplantılara katılır.
1958 yılı Tanpınar için daha çok sağlık sorunları ve para sıkıntılarıyla geçmiştir.  Her ikisi de çalışma temposunu ve psikolojisini derinden etkilemektedir.
Tanpınar’daki  yıkılış duygusu, 1 Kasım 1958’de Yahya Kemal’in ölümüyle daha da derinleşir. Çok şey borçlu olduğunu söylediği üstadı Yahya Kemal için bir biyografi çalışmasına başlar. Bu kitap ancak ölümünden sonra, 1963 yılında, Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti tarafından yayımlanabilecektir.
Tanpınar’ın yeterince değer görmediği inancıyla içine düştüğü kırgınlık, istediği gibi bol ve iyi eser veremediği vehmi, hayatının son yıllarında giderek artar. Günlüğün son yıllarına ait sayfalarında, daha önce etrafına dikkat ederek yaşayan Tanpınar’ın bakışını içe çevirdiğine, kendisiyle daha çok didiştiğine tanık oluruz. Sağlık sorunları ve parasızlık bir yandan, yeterince çalışamadığı tedirginliği diğer yandan Tanpınar’ı son yıllarında yaman bir hesaplaşma içine sokmuştur. Günlüğünden takip ettiğimize göre, bu hesaplaşmaların özellikle faaliyet bilançosunu çıkardığı yıl sonlarına gelmesi dikkati çekicidir.
1959 yılı Tanpınar için yarım  işlerle dolu dosyaları tamamlamak ve yeni projelere açılmak niyetiyle başlar. 9 Ocak 1959 tarihli günlüğünde “Dört kitap neşredebilirim: Mösyö Teste, Paris Tesadüfleri, Yahya Kemal ve neşrini istemediğim Şiirler. Bir kitapçı bulmam lazım” diyen Tanpınar, sonuncusu dışında bu kitapların basıldığını göremez.
Valéry’nin Mösyö Teste adlı kitabının çevirisi üzerinde uzun bir süre çalışmış, önsözüyle birlikte bazı parçalarını da yayımlamıştır. Son günlerine kadar bitirmeye çalıştığı bu çeviriye ait çok sayıda sayfa, dağınık halde dosyalanmış olarak İ.Ü. Türkiyat Enstitüsü’ndeki arşivindedir.
10  Şubat 1959 tarihli günlük sayfasında şiirlerini kitap halinde bir araya getirmeye çalışırken onları tek tek ve son derece eleştirel bir bakışla gözden geçirdiğini okuruz. Tanpınar,  özellikle şiir söz konusu olduğunda hiçbir zaman yazdığıyla yetinemeyen biridir.
Bu hummalı çalışma dönemleri sık sık hastalıklarla sekteye uğrar. Önceki yılın Mart ayında olduğu gibi 1959’un  Mart ve Nisan aylarını da anfizem rahatsızlığıyla Cerrahpaşa’da geçirir.
15 Mayıs’ta hastaneden taburcu olan Tanpınar, sıkıntılı sürecin acısını çıkarmak istercesine, önündeki bir yılı Avrupa’da, sevdiği şehirlerde geçirir. Geziyi Rockefeller kurumundan aldığı bursla gerçekleştirebilmiştir. 26 Haziran Cuma günü uçakla Fransa’ya giden Tanpınar, bu defa -belki de hastalıkların ve yaşın etkisiyle-, önceki heyecanından uzaktır. Paris’teki ilk günlerinde yorgunluğun ve yalnızlığın verdiği acı bir ruh hali içindedir:
Temmuz ayını Paris’te geçiren ve sık sık çevre gezilerine çıkan Tanpınar (Fontainebleau ve Valvins, Orleans, Besançon,  Beauce, Vendome, Loire kıyıları,  Rambouillet), Ağustos ayında Londra’ya geçer. Sonbaharı ise Güney Fransa sahillerine ayırmıştır. 12-25 Eylül arasında Antibes’dedir (Cote d’Azur).  O dönemde Antibes’de yaşamakta olan yakın arkadaşı Abidin Dino ve eşi Güzin Dino ile sık sık çevreyi gezer, Picasso müzesini ve en beğendiği ressamlardan Bonnard’ın  yaşadığı yerleri ziyaret eder. Birlikte Cannes’a ve Nice’e giderler.  
26–28  Eylül günlerini Sete’de geçiren Tanpınar, en sevdiği şairlerden Valéry’nin mezarını ziyaret eder. Mektuplarında “otuz senedir ‘Deniz Mezarlığını’ ilk okuduğum günlerde tasavvur ettiğim hayal nihayet hakikat oldu, ben Sete’deyim. Fakat eski heyecanım kalmadı” diye yazan Tanpınar, hep gecikerek yaşamanın burukluğu içindedir.
Sete’den sonraki durağı Montpellier’de yine Valéry’nin izindedir. Parça parça çevirdiği ve kitaplaştırmak istediği Mösyö Teste kitabında adı geçen bahçeyi de görme fırsatı bulur:
Ekim ayı başında Paris’e döner.  Bu uzun Güney Fransa gezisi için, “fena değildi, fakat mahduttu,” diyen Tanpınar, kendi ifadesiyle “doğru dürüst bir şehir”e kavuşur kavuşmaz,  konserlere, tiyatro ve sinemaya gitmeye başlar.
O günlerde Paris’te olan yakın arkadaşı Bedrettin Tuncel ile birlikte Sanlis’e, Mortefontaine’e, Ermenonville’e giderler.  
1960  yılına Paris’te, çoğu Türklerden oluşan arkadaş çevresiyle giren Tanpınar için bu yılın en önemli teması, dağınık şiirlerini artık bir kitap halinde toplarlamak düşüncesidir. Bunun için Yeditepe Yayınlarının sahibi Hüsamettin Bozok ile anlaşılmış ve avans para da almıştır. Kitabın basılmasının böylece kaçınılmaz hale gelmesi, buna bir türlü yanaşmayan Tanpınar’ı daha da büyük bir ruhsal sıkıntıya sokar. Kitap işlerinin takibini İstanbul’da Adalet Cimcoz’a yaptırmaktadır.
6–12 Şubat arasında  Zürih ve Münih’e giden Tanpınar’ın bu kısa geziden en büyük kârı, Ankara yıllarından beri onda tutkuya dönüşen müziği “nihayet” gündelik hayatına sokabileceği dinleme cihazlarını satın almasıdır. Bütçesinin önemli bir kısmını ayırdığı bu alet ve ardından gelen plaklar onu bir çocuk gibi sevindirmiştir:
Mart ayı sonunda fıtık ameliyatı olur. Yanında Paris’teki yakın arkadaşlarından Dr. Larosa vardır. İki hafta kadar hastanede kalır. Nisan ayında  bütün dikkatini Türkiye’deki olaylara vermiştir. 28 Nisan 1960 tarihli günlüğüne, “Talebelerim ve arkadaşlarım hatalı olsa dahi ıstırap çekiyorlar. Kötü vaziyetteler. Ve daha mühimi vatanda elim, ağır hadiseler geçiyor” diye yazacaktır.
Mayıs ayı ortasında İspanya’ya giden Tanpınar’ın ilk işi tekrar Prado’yu ziyaret etmek olur, ama  müze tadilat dolayısıyla altüst durumdadır. Bu gezisinde en çok etkilendiklerinden biri  “şüphesiz en büyük ressamlardan” dediği Velasquez’dir.
28 Mayıs’da Paris’e döndüğü sabah Türkiye’deki hükümet darbesini öğrenir. 7 Haziran’da  Türkiye’ye dönen Tanpınar, ülkeyi büyük bir siyasi kriz içinde bulur.
Ülkenin içinde bulunduğu gergin hava, sağlık sorunları ve parasızlık  verimli bir çalışma sürdürmesini engellemektedir. Tanpınar’ın  en büyük korkusu, yarım işlerini, bitiremeden ölmektir. 4 Eylül tarihli günlüğüne “Bugünlerde masamı temizlemeğe mecburum! DikkatYoksa şarkılar yarıda kalacak!” cümlesiyle yansıttığı bu endişe, günlüğün bundan sonraki bütün sayfalarına giderek artan bir tempoyla yayılır.
UNESCO üyeliğine seçilen Tanpınar  Eylül ayı sonunda  toplantılara katılmak için Ankara’ya gider.  İstanbul’a dönüşünde, sıkıntılarının arasına üniversiteden atılan hocalar sorunu da eklenmiştir. Milli Birlik Komitesi tarafından üniversitedeki görevlerine son verilen 147 hoca arasında Tanpınar’ın  çok sayıda arkadaşı da vardır.  “Biz buna layık değildik!” demesine  ve “bir yığın tanıdık” için çok üzülmesine rağmen dikkati yine tamamlaması gereken eserlerindedir. Günün notlarını şöyle bitirir: “Politika kuyu gibi  insanı çekiyor. Fakat benim vaktim yok!
9-15 Kasım arasını Eski Türk Edebiyatı Doçentlik Jüri üyesi olarak Ankara’da geçiren  Tanpınar bu seyahati;  “Bezik, raks, kötü yemek; münasebetsiz dostlar. Bir yosun gibi aynı yerde çalkanmak. Otobüslerle gidiş geliş. Uykusuzluk. 700 lira masraf” olarak kaydeder günlüğüne.
Yılın sonuna doğru, İş Bankası Yayınları’ndan Beş Şehir’in ikinci baskısı çıkar. Tanpınar on dört yıl aradan sonra gerçekleşen bu baskıda Konya ve İstanbul bölümlerinde önemli değişiklikler yapmıştır. Bir yarım işi daha tamamına erdirmenin sevinciyle, kendisine yayın imkânı sağlayan  Hasan Âli Yücel’e yazdığı mektupta “kitaptan çok memnun” olduğunu söyler.
1 Ocak gecesini Üniversite’nin Fransız Filolojisi bölümü hocalarından Süheyla Bayrav’ın misafiri olarak geçiren Tanpınar, yeni yıla yine yarım kalmış dosyalar arasında plan ve programlar yaparak başlar. Hayatının bu son yılında Tanpınar,  özellikle iki çalışmaya yoğunlaşmıştır: Aydaki Kadın romanı ve “Eşik” şiiri. İkisini de bu türlerdeki ustalık eserleri olarak görmektedir.
Şubat ayının ortasında yıllardır beklenen şiir kitabı nihayet yayımlanır. 20 Şubat tarihli günlüğünde  “Şiir kitabım çıkıyor. Yarı vücudum dışarıda bir yatak gibi” diyen Tanpınar, kitabının nasıl karşılanacağı konusunda çok tedirgin ve endişelidir:  Şiirler, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1961, 76s.
Tanpınar,  ilk defa toplu halde okura ulaştırdığı bu şiirlerde nasıl bir sanat anlayışıyla hareket ettiğini, Antalyalı bir gence yazdığı ünlü mektubunda açıklar.
Tanpınar, şiirlerini nihayet yayımlamanın heyecanıyla yaşadığı günlerde, en yakın arkadaşlarından Hasan Âli Yücel’i kaybeder (26 Şubat).  
Hayatının son yıllarında giderek artan bu tür kayıplar Tanpınar’ın psikolojisini derinden etkiler. Günlüğünde “ölen adamın acısı, nesil kaygısı birbirine karıştı” derken, bunu artık bir yaş meselesi olarak da görmektedir. Ölümün artık kendi neslinden olanların etrafında dolaşması onda zamanının tükenmekte olduğu kaygısını yeniden harekete geçirir. Yapıp ettiklerinin değerini sorgulamaya başlar.
Şiirlerden sonra sıra, yıllardır masasının üzerinde yeni şeklini almayı bekleyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne gelir. Metin üzerinde önemli değişiklikler yapmayı düşünen Tanpınar sonunda olduğu gibi bırakmayı yapmamayı uygun bulmuştur: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Remzi Yayınevi, İstanbul 1961.
Bu roman da aradan çıkınca artık bütün  mesaisini çok değer verdiği ve  belki de o yüzden bir türlü kendisini memnun edecek sonuca ulaştıramadığı “Eşik” şiirine, bitirmeye çalıştığı son romanına (Aydaki Kadın) ve “Hamid devrinin tam bir tefsiri” olacak dediği edebiyat tarihinin ikinci cildine verecektir.
Nisan ayı ortasında ikinci şiir kitabının planlarına başlamıştır. İçinde yer alacak şiirlerin listesini oluşturmaya çalışır. Ne yazık ki ömrü ikisini de tamamlamaya yetmeyecektir. “İstikbalimin ümidi olan, tek ümidi olan romanı bir türlü yazamıyorum. Yazışla  tasavvur arasına giren fasıla vahdeti bozuyor. Çok ilaveler var. Ne yapacağımı bilmiyorum” dediği Aydaki Kadın’ın eldeki bölümleri, yıllar sonra (1987) Dr. Güler Güven tarafından derlenerek yayıma hazırlanır.
1962 Ocak ayında  bronşit rahatsızlığı artan Tanpınar,  soğukların da etkisiyle hastalanır.  Bu defa iyileşemeyeceği bir sürece girmiştir.  
23 Ocak 1962 günü, fakültede fenalaşır. Hastaneye yatırılır. Birden gelen bir krizle 24 Ocak sabahı beşi kırk geçe ölür.


Tanpınarmerkezi tarafından hazırlanmıştır.